En güzel anlar,
bir rüyanın, o yeni filizlenen başka bir rüyada uyanırken,
hala devam ettiği anlardı.
...
Şimdi birşeyi anlıyordu:
tüm hayatı, terkedilmiş bir telefon kulübesinde
hiçbir yeri arayamacağı bir telefon ahizesi önünde
bekleyişten ibaret olmuştu.
Şimdi önünde bir tek yol vardı:
terkedilmiş kulübeden çıkmak
çarçabuk çıkmak.
...
Fakat onu tehlikeye doğru iten yalnızca suçluluk duygusu değildi.
Yaşamı yarım-yaşam, insanları yarım-adam
haline getiren korkaklıktan nefret ediyordu.
Terazinin bir kefesine yaşamı,
diğerine ölümü koymak istiyordu.
Her davranışının, daha da iyisi, yaşamının,
her günün, her saatinin, her dakikasının
en yüce ölçüt olan ölümle ölçülmesini istiyordu.
Bu yüzden sıranın başında yürümek,
uçurumun üstündeki ipte yürümek,
başının çevresinde mermilerin halesini taşımak
ve böylelikle herkesin gözünde yücelmek ve sonsuz olmak istiyordu,
ölüm gibi sonsuz...
...
Özgürlük
ana babaların reddildiği ya da gömüldüğü yerde değil,
olmadıkları yerde başlar.
Milan Kundera yaşam başka yerde derken aslında bir yerin tasvirinden çok oraya ulaşırken atlatılcak badirelerden bahsediyor kitapta. Hayata bakıldığı zaman aslında hep o ''başka yere'' gitmek istiyoruz. Dolayısıyla, sonsuzluk kavramına ölümün yanına bir de başka yerdeki o yaşamda ekleniyor ya da değişen yaşamların sayısı sonsuza varıyor ölümle birleşince.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder